Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılında, İstanbul Fatih Sarıgüzel Mahallesi'nde ailesine ait evde doğmuştur. Hicri takvime göre 1290 yılı şevval ayında olan doğumun miladi takvime karşılığı 1873 yılı 22 Kasım-20 Aralık günleri arasına rastlamaktadır. Babası, oğluna sıra dışı bir isim verir: Ragif. Ragif, hicri 1290 yılının ebced hesabına göre uyumlu çıkan kelimeydi. Ancak bir süre sonra Ragif'in telaffuzu Âkif'e döndü. Babası Tahir Efendi, Arnavutluk'un İpek Kasabası Soşisa Köyü'nden gelerek İstanbul'a yerleşmiş ve Fatih Medresesi'nde hocalık yapmıştır. Annesi ise Buhara'dan Tokat'a gelmiş köklü bir ailenin kızı olan Emine Şerife Hanım'dır.
Mehmet Âkif geleneğe uygun olarak henüz 4.5 yaşındayken Fatih'deki Emir Buhari Mahalle Mektebi'nde başarılarla dolu öğrenim hayatına başladı. Buraya iki seneye yakın bir süre devam ettikten sonra 1879 yılı sonlarında Fatih İptidai'sine geçmiştir. Üç yıllık ilkokulu bitiren Mehmet Âkif 1882 yılında Fatih Merkez Rüşdiyesi'nde okula başlar. Bu sırada hem babasının verdiği Arapça derslerini hem de Fatih Camiinde Farsça dersleri veren Esat Dede'yi takip etmektedir. Türkçe ve Fransızca derslerinde de akranlarından çok ileri olan Mehmet Âkif'in dil öğrenme konusunda üstün kabiliyeti olduğu görülüyordu. Zekâsı, çalışkanlığı ve karakteriyle herkesin dikkatini çekiyordu.
Mehmet Âkif'in, Rüşdiye sonrasında annesi medreseye gitmesini isterken; babası dönemin gözde okullarından olan Mülkiye İdadisi'ne gitmesini tavsiye ediyordu. Mülkiye İdadisi ağır basınca kaydını bu okula yaptırdı. Parlak bir idareci olma yolunda ilerlerken babasının ansızın vefatı, hayatının birçok önceliklerinin değişmesine sebep oldu. Bunun üzerine Âkif, on gün kadar devam ettiği Mülkiye İdadisi'nden ayrılarak, fıtratına hiç uygun görünmeyen Ziraat ve Baytar Mektebi'ne kayıt yaptırır. Bu okul, Şair'in kişisel gelişiminde aksi tesir gösterip çok önemli bir rol oynayacaktır. Okul yıllarında başta güreş ve yüzücülük olmak üzere uzun yürüyüş, koşu ve gülle atma yarışlarına katılıyor, şiire olan ilgisi git gide artıyordu. Derler ki Mehmet Âkif, Fatih'den 17 km uzaklıkta olan Halkalı'daki Ziraat ve Baytar Mektebi'ne yürüyerek gider gelirmiş.
1893 yılında Baytarlık Mektebi'ni (Şimdiki Veterinerlik Fakültesi) birincilikle bitiren Mehmet Âkif, Fransızcasını geliştirdi. Altı ay içerisinde Kur'an-ı Kerim'i ezberleyerek hâfız oldu. Hazine-i Fünûn dergisinde 1893 ve 1894'de birer tane gazeli, 1895'de ise Mektep mecmuasında "Kur'an'a Hitap" adlı şiiri yayınlandı. Dil konusunda oldukça hassastı. Şiirlerinde mesajını, dönem şartlarında herkesin anlayabileceği tarzda net bir şekilde veriyordu. Şiirlerindeki gözlem yansımaları muhteşemdi. Ünlü edebiyatçı Mehmet Kaplan, Âkif'in anlatım tekniğine vurgu yaparak Safahat eserinin muhteşem bir roman olduğunu söylemiştir. Âkif bir keresinde "Şiir arayanlar benim kitaplarıma bakmasın, ben o dizelerde milletimin, ümmetin derdini anlatıyorum; bu vesile ile bir ruh tutuşturmak istiyorum." demiştir.
Veteriner Müfettişi olarak çalışma yaşamına başladı. Dört yıl kadar Rumeli, Anadolu ve Arabistan'ın çeşitli bölgelerinde görevli olarak dolaşmış, bu görevi sayesinde sürekli gezen Şair, halkı çok yakından tanıma imkanı bulmuş, tanımadığı bir çok kültürü yerinde inceleme fırsatı bulmuştu. İnsanların arasına karışıp gerçekleri görüyor, bir büyük devletin, altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış anını hüzünle seyrediyordu. Ufkunu genişleten yolculuklar, kalp ve ruh dünyasını zenginleştiren tanışmalar artık kelimelere dökülmeyi bekliyordu.
Mehmet Âkif, 1 Eylül 1898'de 25 yaşındayken Tophâne-i Âmire veznedarı Mehmet Emin Bey'in kızı İsmet Hanım'la evlenmiştir. Mehmet Âkif'in ilk üçü kız olmak üzere altı çocuğu dünyaya gelmiş, dördüncü çocuğu henüz 1.5 yaşındayken vefat etmiştir. Çocuklarının adları sırasıyla Cemile, Feride, Suat, İbrahim Naim, Emin ve Tahir'dir. Kendisi ve çocukları doğu ve batı dillerinden birini mutlaka bilir ve tercüme edebilirlerdi. Mehmet Âkif babasından, çocukları da Mehmet Âkif'den ders almışlardır. Ailesine karşı çok hassas olan Âkif, çocuklarına resim ve piyano dersleri aldırmıştır. Hatta çocuklara resim dersi veren kişi Nazım Hikmet'in annesi Ressam Ayşe Celile Hanım'dır. Kendisi de Neyzen Tevfik'den ney dersleri almıştır.
1906 yılında Halkalı Ziraat Mektebi'nde Edebiyat Öğretmeni olarak ders vermeye başlar. 2. Abdulhamid'in son döneminde, 2. Meşrutiyet'in ilanı ile birlikte İmparatorluk, bir geçiş sürecini yaşıyordu. Özgürlüğe önem veren biri olarak gelişmeler onu 1908 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne doğru yönlendirdi. Ancak işte burada, gerçekleri her zaman için dosdoğru bir şekilde söylemeye önem veren Mehmet Âkif'in karakteri ortaya çıktı. Üyeliğe girerken "Cemiyetin bütün emirlerine kayıtsız şartsız itaat edeceğim." cümlesinde geçen 'kayıtsız şartsız' ifadesine karşı çıkmış, sadece 'iyi ve doğru olanlarına' şeklinde yemini değiştirtmişti. Bu bir ilkti.
Âkif meşrutiyetle birlikte yayın dünyasına da adım atıyordu. O artık Sırât-ı Müstakîm dergisinin başyazarıydı. Daha sonra Safahat adlı eserinde toplanacak olan tüm şiirlerinin neredeyse hepsi bu dergide yayınlanacaktı.
Koskoca devletin başındaki musibetler Âkif'in yüreğini dağlıyor, ardı ardına gelen kopuşlar, isyanlar, talihsizlikler, siyasi ayrılıklardan doğan kardeş çatışmaları hassas yüreğinin acı çekmesine sebep oluyordu. Yıkılışı hissediyor ve milletine elinden geldiğince bunu anlatmaya çalışıyordu.
Balkan Savaşları Âkif için tam bir hüsrandı. Birkaç aylık Medine ve Mısır seyahati, belki de bozgunun ruhunda oluşturduğu tahribatı giderebilirdi. Ancak gördükleri ona hiç de iyi gelmeyecekti: manzara fakirlik ve geri kalmışlıktı. Sorgulamalar, sorular ve çözüm yolları içinde kıvranacak ve bu kıvranışı Batılı ülkelere gerçekleştirdiği seyahatler sonrasında daha da artacaktı. Safahat eserinde de bu konuyu sık sık ele alacak ve Müslüman alemin bu geri kalmışlığı için tüm münevverleri sorumlu olmaya çağıracaktı.
1915 yılı ortalarına doğru 1. Dünya Savaşı'nda müttefikimiz olan Almanya, savaş sırasında İngiliz, Fransız ve Rus ordularından aldığı esirler arasında Müslümanlar'ın da olduğunu fark etti. Müslümanlar farkında olmadan Osmanlı ile savaşmışlardı. Almanlar, bu esirleri ayrı kamplarda topluyor ve bu Müslüman esirlere iyi muamele ediyorlardı. Almanlar, Müslüman esirlerin durumunu yerinde incelemeleri için Osmanlı Devleti'nden bir heyetin Almanya'ya gelmesini isteyerek, davet ettiler. Berlin'e gidecek olan bu heyeti o zamanlarda Osmanlı'nın istihbarat örgütü olan Teşkîlât-ı Mahsûsa seçecekti. Teşkilat, heyetin başında bizzat Âkif'in olmasını istedi. Âkif, büyük bir şaşkınlıkla tanıştığı Müslüman esirlere gerçekleri anlatıyordu. Bu amaçla Fransız ordusundaki Müslümanlara yönelik yazdığı Arapça beyannameler cephelere uçaklardan atılıyordu.
Teşkîlât-ı Mahsûsa Âkif'den vazgeçmiyordu. Yeni vazifesi Arabistan'daki Müslümanları Osmanlı'ya karşı kışkırtan İngiliz propagandasıyla mücadele etmek ve tabiri caizse karşı propaganda yapmaktı. Bu arada Çanakkale'de Osmanlı Devleti'nin ölüm kalım mücadelesi devam ediyordu. Eşit olmayan güçlerin savaşını Âkif, Berlin'den itibaren takip ediyor, gitmek istemesine rağmen bir türlü Çanakkale'ye gitmek nasip olmuyordu. 14 ay süren Çanakkale Savaşı'nın zaferle sonuçlandığı haberini Arabistan'da, El-Muazzam istasyonunda alacaktı. Hiç Çanakkale'yi görmeden, hiç o büyük savaşı izlemeden yazdığı o abidevi 'Çanakkale Şehitlerine' şiiri, bütün milleti adeta o dönem ayağa kaldırıyordu. Âkif, artık Anadolu insanının dünyaya haykırdığı dizelerin sahibi olarak görülüyor, ünü tüm İslam dünyasında artıyordu:
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, ya Râb, ne güneşler batıyor!
Artık işgale uğrayan Anadolu topraklarında direniş başlamıştı. Mehmet Âkif'in şiir yazdığı 1908-1923 yılları arası Osmanlı için yıkılış, işgalle birlikte gelen zulüm Türk milleti için yeniden diriliş yıllarıydı. 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'i işgali, ardından Ayvalık'ın alınması üzerine Mehmet Âkif, İstanbul'dan derhal Balıkesir'e gitmiş ve Zağanos Paşa Camiinde verdiği vaaz ile halkı istiklalini korumak ve düşmanı vatandan atmak için milli mücadeleye teşvik etmişti. Bu hareketi yüzünden Dârü'l-Hikmeti'l-İslamiyye (Şeyhülislam'a bağlı o dönemin Yüksek İslam Şurası) üyeliğinden çıkarıldı. Şeyhülislam'ın Anadolu'da başlatılan kurtuluş mücadelesine karşı fetva vermesi üzerine Mehmet Âkif artık İstanbul'da kalmamaya, Anadolu'da Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde başlatılan Milli Mücadele'ye katılmaya karar vererek oğlu Emin'le birlikte önce Kastamonu'ya oradan da 24 Nisan 1920 günü Ankara'ya gelerek Milli Mücadele'ye katıldı. O artık kurucu meclisin Burdur milletvekiliydi.
Mehmet Âkif Ankara'ya geldikten sonra, Sebîlürreşâd dergisini çıkarmasını Mustafa Kemal bizzat istemişti. O bununla da kalmayıp, ülkesini işgal eden batılı ülkelere karşı milli mücadeleye destek vermesi için Eskişehir, Burdur, Sandıklı, Dinar, Antalya, Afyon, Konya ve Kütahya illerini dolaşarak bu vilayetlerin halkını, vaazlarıyla milli mücadeleye teşvik ediyordu.
İstiklal mücadelesinin en çetin safhasında milletin duygularına tercüman olacak bir İstiklal Marşı yazılması istenmiş ve böylece Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı) tarafından bir şiir müsabakası açılmış ve bu müsabakada birinci olan şaire 500 lira nakit ödül verileceği ilan edilmişti. Yurdun her tarafından beş yüzden fazla şair katıldı fakat yazılan marşlar milletin hissiyatına tercüman olacak bir durumda değildi. Mehmet Âkif, yarışmanın ödüllü olmasından dolayı müsabakaya katılmamıştı. O dönemin Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey, böyle bir şiiri ancak Safahat yazarı Şair Mehmet Âkif tarafından yazılabileceğini düşünmüş ve uzun çabalar sonunda Âkif'i ikna etmiştir. Aradan bir aylık bir süre bile geçmeden milletin duygularına tercüman niteliğinde İstiklal Marşı yazılmış ve kahraman orduya ithaf olunmuştu. Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey o gür sesiyle, meclis kürsüsünden İstiklal Marşı'nı okumuştur.
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!
Mısralarının okunmasıyla, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi vekiller ayağa kalkarak şiddetli tezahüratlar eşliğinde dakikalarca alkışlamışlardı. İstiklal Marşı, 12 Mart 1921'de meclisin büyük bir çoğunluğunun onayı ile kabul edilmişti. Kırşehir mebusu Müfit Efendi, bu marşın Hamdullah Suphi Bey tarafından kürsüde tekrar okunmasını, Konya mebusu Refik Koraltan da milletin ruhuna tercüman olan İstiklal Marşı'nın ayakta dinlenmesini teklif etmişti. Bunun üzerine İstiklal Marşı tekrar Hamdullah Suphi Bey tarafından okunmuş ve marş ayakta dinlenmişti. Dönemin ünlü şairlerinden Süleyman Nazif (1870-1927), Mehmet Âkif için "Allah'ın Şairi" ifadesini kullanmıştır.
Mehmet Âkif'e İstiklal Marşı'nı neden Safahat kitabına koymadığı sorulduğunda, büyük şair: "O benim değil, milletimin şiiridir." cevabını vermişti. Aynı zamanda şiir yarışması için Âkif'e verilmek istenen 500 lirayı Şair kabul etmemiş, o dönemin fakir şehit çocuklarına bağışlanmasını istemişti.
Sakarya Meydan Savaşı'nı Türk ordusunun kazanmasıyla, Anadolu'yu işgal eden İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlılara karşı verilen mücadelede İstiklal Savaşı zaferle sonuçlanmıştı. Böylelikle Mehmet Âkif'in umutla beklediği, Türk milletinin hürriyet günleri artık gelmişti. Nihayet memleket kurtulmuş, istiklaline kavuşmuştu.
Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine 1923 yılında Mısır'a gider. Mehmet Âkif'in Mısır'a yerleştiği ilk iki yılda Abbas Halim Paşa'nın sarayının karşısında bulunan küçük bir köşkte misafir olarak kaldığı bilinmektedir. Daha sonra ailesini yanına getiren Mehmet Âkif, Sina çölü yakınında küçük bir ev tutarak buraya yerleşmiştir.
Mısır'da kaldığı zaman zarfında Şair çok fazla maddi sıkıntılar çekmiş ve hasta olmuştur. Abbas Halim Paşa, Vatan şairini hiç olmazsa geçim derdinden kurtarmayı istemiş; onun huzur içinde çalışmasını ve eserlerini yazmasını temin etmek istemiştir. Bu esnada Mehmet Âkif, Diyanet İşleri'nin ona verdiği Kur'an-ı Kerim tercümesi görevini yerine getirmektedir. Tam yedi yıl bu tercümeyle uğraşmıştır. Mehmet Âkif'in Mısır'daki diğer işi ise Mısır El-Ezher Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Türkçe bölümü profesörlüğüdür. Haftada iki saat Türk edebiyatı derslerine giren Mehmet Âkif, derslerden arta kalan zamanlarda ise sürekli Kur'an tercümesiyle ilgileniyordu.
Kur'an tercümesini tamamladığı sıralarda siroz hastalığına tutulan Milli Şair, hava değişimiyle hastalığın geçeceğini sanarak Lübnan'a gitti. Lübnan'da muayenesini yapan doktor, yüksek bir yerde dinlenmesi gerektiğini söyledi. Buradan Antakya'ya gelen Âkif, burada bir de sıtmaya tutuldu.
17 Haziran 1936 günü İstanbul'a dönen Vatan Şairi, Abbas Halim Paşa'nın Beyoğlu'ndaki mısır apartmanına yerleştikten sonra tedavi görse de sıhhatine kavuşamadı ve 27 Aralık 1936 günü akşamı ne yazık ki vefat etti.
Vefat haberi karşısında resmi kurum ve kuruluşlar en ufak bir girişimde bulunmazlar. O zamanlar İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğrenci, daha sonra Ordinaryüs Profesör Doktor olan Sulhi Dönmezer'in yanı sıra Mithat Cemal Kuntay ve Abdulkadir Karahan gibi bazı öğrenciler, namaz vakti yaklaştığı için Beyazıt Camiinin dışında beklerken caminin yanında bulunan Emin Efendi lokantasının önüne tek atlı bir cenaze arabası yanaşır ve iki kişi üzerinde örtü bile olmayan bir tabutu indirmeye çalışırlar. Öğrenciler, fakir cenazenin indirilmesine yardım etmeye koşarlar ve tabutun üzerinde yazan ismi görünce inanamazlar. Tabutta Mehmet Âkif Ersoy ismi yazmaktadır. Durumu anlayan öğrenciler hem Milli Şair'in ölümüne hem de tabutunun bu haline içlenip ağlamaya başlarlar. Öğrencilerden biri koşarak gider ve lokantanın Türk Bayrağı'nı alarak Vatan Şairi'nin üzerini örter.
Namaz vaktine kadar geçen kısa süre içerisinde binlerce vatanperver durumu haber alır ve büyük bir kalabalık camiye dolar. Cenaze, musalla taşında beklerken üzerine onlarca Türk Bayrağı örtülür. Cenaze merasiminde bir tek resmi kişi ve kuruluş yer almaz.
Vatan Şairi'nin tabutu binlerce vatanperverin omuzlarında Edirnekapı Şehitliği'ne getirilir. Mezarlıkta fevkalade bir şey olur ve aynı anda binlerce kişi hep bir ağızdan İstiklal Marşı'nı söylerek İstanbul'u adeta inletir. İstiklal Marşı'ndan sonra orada bulunan halk Vatan Şair'ini Tekbirlerle vatan toprağına defnederler.
Mehmet Âkif Ersoy hayatı boyunca yoksulluk içinde yaşadı. Vatanın işgal altında olduğu dönemde şiirleriyle, vaazlarıyla milletini ayağa kaldırıp milli şahlanış ve seferberlik ruhunu canlandırdı. Şiirlerinde ideal nesli işaret ederek adına 'Asım'ın Nesli' dedi. Bu nesil, yine Âkif'in ifadesiyle, kıyamete kadar bizim olacak olan ve ecdadın bize bıraktığı vatan toprağını canı, kanı pahasına savunacak, ilkeli, ahlaklı, dindar nesildir. Hikayesini naçizane anlatmaya çalıştığımız Vatan Şairi Mehmet Âkif Ersoy'u bu vesileyle bir kez daha rahmet ve minnetle anıyoruz. Ruhu şad, mekanı cennet olsun.